- Varoluşçu Terapi
- Gestalt Terapi
- Davranışçı ve Bilişsel-Davranışçı Terapi
- Psikanalitik Terapi
- Adler Terapisi
- Gerçeklik Terapisi
- Psikoterapide Postmodern Yaklaşımlar
- Bütüncül Psikoterapi
Psikoterapi, zihinsel ve duygusal çatışmalardan kaynaklanan gerginlik, kaygı, huzursuzluk, korku, çöküntü hissi, mutsuzluk gibi ruhsal sorunları gidermeye yönelik tüm yol ve yöntemler olarak tarif edilebilir. Burada temel hedef zihinsel ve duygusal çatışmaları çözümleyerek ruhsal uyumu sağlamak, kişinin kendisiyle barışıklığını elde ederek diğer kişilerle ilişkilerini de olgunlaştırmak ve sağlam temellere oturtmaktır...
Psikoterapi, zihinsel ve duygusal çatışmalardan kaynaklanan gerginlik, kaygı, huzursuzluk, korku, çöküntü hissi, mutsuzluk gibi ruhsal sorunları gidermeye yönelik tüm yol ve yöntemler olarak tarif edilebilir. Burada temel hedef zihinsel ve duygusal çatışmaları çözümleyerek ruhsal uyumu sağlamak, kişinin kendisiyle barışıklığını elde ederek diğer kişilerle ilişkilerini de olgunlaştırmak ve sağlam temellere oturtmaktır.
Psikoterapide zihinsel, ruhsal yetiler pozitif yönde işlenerek tedavide sonuca gidilir.
Mitolojik dönemlerden itibaren, farklı kelimelerle de ifade edilse iç organlarımızın işleyişi somatik, zihinsel işlevlerimiz ve ruhsal yapımız ise psişik olarak tanımlanmıştır.
İlişkinin iki kişilik olmanın ötesine geçerek iş, aile ve tüm çevreyle sosyal bir kimlik kazanması ilişkileri köklendirmektedir.
Psikiyatri, psikoloji, psikoterapi, psikofarmakoterapi terimleri ülkemizde ve dünyada sıklıkla karıştırılmaktadır.
Hem psikiyatri hem psikolojinin ruhsal anlamını veren kelime kökü Latince “psihe” den gelmektedir. Psikoloji genel olarak zihinsel etkinlikleri inceleyen bir bilim dalıdır.
Psikiyatri ise zihinsel etkinler ve ruhsal yapının özelliklerini tıp (medikal) ve psikoloji ile birleştiren bir bilim dalıdır. Psikolojik bilimler psikiyatri içeriğinde tıpla harmanlanmış olarak bulunmaktadır.
Her türlü ruhsal tedavi işi psikoterapi ve/veya farmakoterapi vasıtasıyla psikiyatristlerin görevi olup, psikoterapi eğitimlerini tamamlamış psikolog ve psikolojik davranış bilimleri eğitimleri almış ( psikolojik danışma ve rehberlik mezunları gibi) psikoloji mezunları da tek başına veya bir psikiyatrın öneri ve takibiyle terapi sürecinde aktif rol oynamaktadırlar. Yasalarla belirlenmiş her türlü tedavi yetki ve sorumluluğu hekim olarak psikiyatrlar üzerindedir.
Herhangi bir psikolojik yöntem ve yaklaşımın psikoterapi sayılması için; bir kurama dayanması tedavi amaçlarının evrensel olarak kabul edilen bir hedefe yönelik olması, eğitimli, deneyimli ve yetkili biri tarafından, psikolojik bir iletişimle sürdürülmesi gerekmektedir
Psikoterapiyi; algılamada, bellekte yaşantıların ele alınışı ve yargılanışında, bedensel ve toplumsal işlevlerde hastalık niteliğinde, istem dışı ve kişinin kendi isteği ve çabası ile düzelmeyen bir bozulma neticesi gelişen ruhsal problemlerin, bu alanda bilgi sahibi, özgün bir eğitim almış kişi tarafından sözel ya da sözsüz iletişim vasıtasıyla, ruh sağlığı üzerine etkili olan tıp bilgileri ışığındaki tedavi süreci olarak tanımlayabiliriz.
Hiçbir zaman unutulmamalı ve göz ardı edilmemelidir ki psikoterapi de kesinlikle bir tedavi türüdür. Ruhsal rahatsızlıklarda yarar sağladığı gibi yanlış, dikkatsiz, ehil olmayan ellerde uygulanması ciddi zararlara sebebiyet verebilir. Üstelik olabilecek zararlar tedaviyi görenin kişiliğinde, duygularında ve sosyal ilişkilerinde olacağı için, üçüncü kişileri ve toplumsal çevreyi de etkileyebilir
Günümüzde yaklaşık on bin yıl önceki hiyeroglif ve çivi yazılarında psikoterapiye ait metinlere rastlanmıştır
Kuzey Amerika’da Kızılderili şamanların psikoterapi yaklaşımları gayet iyi bilinmektedir. 17. ve 18. yüzyıldan itibaren ise tıp uygulamalarında psikoterapi ilk kez bilimsel ve sistematik olarak kullanılmaya başlamıştır.
İsviçreli bir hekim olan Franz Anton Mesmer (1734-1815) hipnoz ile terapiyi birleştirerek hipnoterapiyi tıbbi literatüre sokmuştur. İlk hipnoterapi uygulamaları İsviçre, Avusturya ve Fransa’da büyük ses getirmiştir.
1793 yılında Fransız hekim Philippe Pinel günümüzdeki psikoterapi kapsamlarını da içeren moral terapi sistematiklerini Fransız ihtilalı sırasında uygulamaya sokmuş olup, o gün psikiyatri sanatının doğum günü kabul edilmiştir. O tarihlerden itibaren psikiyatri, tıp sanatının bir dalı olarak işlem görmüştür.
Merkezi sinir sistemindeki görüntüleme tekniklerindeki ilerlemeler sayesinde terapi yöntemlerinin köklü ve kalıcı etkileri fotoğraflanarak bilimsel olarak gösterilmiştir. Bununla ilgili birçok yeni çalışma ve literatür bilgisi mevcuttur.
PSİKOTERAPİNİN DAYANDIĞI ANA KURAMLAR
Psikiyatrik ve psikolojik yaklaşımda insan davranışlarını ve davranışlardaki bozuklukların temelini açıklamak ve bunların düzeltilme yollarıyla ilgili dört ana grupta görüş birliği vardır. Bu gruplamada terapinin dayandığı teorik temeller ve hekim-hasta ilişkisinin biçimi göz önünde tutulur.
1)Organik-Biyofizik Yaklaşım:
Bu kurama göre psikopatolojinin temel nedeni merkezi sinir sisteminin anatomik, fizyolojik, biyokimyasal yapısındaki biyofizik bir bozukluktur. Merkezi sinir sistemini bozan her türlü yaralanma, zedelenme, iltihap ve enfeksiyonlar, gebelik ve doğum patolojileri, hormon bozuklukları, beyin damarlarındaki tıkanma veya anomaliler gibi etkenler zihinsel-ruhsal yapıyı etkileyip bozabilmektedir.
Hücreler arası iletişimi sağlayan bazı nörotransmitterlerin (dopamin, serotonin, nor adrenalin gibi) eksikliklerinin depresyon, şizofreni gibi bazı rahatsızlıklarda rol oynadığı tespit edilmiştir. Günümüzde yaygın ve etkili bir şekilde kullanılan antidepresan, anti psikotik, nöroleptik, antianksiyolitik ilaçlar bu noktalarda etkili olmaktadır. Yüzyıllardır kullanılagelen elektrokonvulzif terapi (elektroşok), insülin koma terapileri, kardiazol şoku, komissurotomi ve lobotomi gibi beyin ameliyatları da organik-biyofizik yaklaşımdan temel almaktadır.
Biyofizik görüş yandaşları da psikoterapiyi reddetmemekte, ikna ve telkin yöntemlerini, çeşitli grup terapilerini kullanmaktadırlar.
Burada hekim ruhsal iyileşme için farmakoterapi, biyofizik uygulamalar ve terapi yanında diyet, spor, yaşam tarzı değişiklikleri gibi tedbir ve yaptırımları da devreye sokar.
2)Davranışsal-Bilişsel Yaklaşım;
Davranışçı yaklaşımın temeli 1800’lü yılların sonlarında çevreden gelen uyarılara otomatik yanıt olarak verilen reflekslerin, organizmanın aldığı diğer uyarılarla da şartlandırılabildiğini gösteren Rus bilim adamı İvan Pavlov tarafından atılmıştır. Pavlov’la eş zamanlı Thorndike, Seçenev ve Behterev’de aynı sonuçlara katkı verici, destekleyici sonuçlar almışlardır.
Bu çalışmalardan esinlenen Amerikalı Watson, normal ya da anormal bütün insan davranışlarının öğrenmeye bağlı olduğunu ileri sürmüştür.
1930’larda da Dunlap, tikler, kekemelik ve tırnak yeme problemlerinin giderilmesinde “olumsuz uygulama” kavram ve teorisini geliştirmiştir.
Bu çalışmalar neticesinde psikoloji ve psikiyatri ekollerinde davranış bilimleri adıyla apayrı bir bilim dalı doğmuştur.
Bu yaklaşımda insan tepkilerini daha uygun hale getirmek, uygunsuz tepkileri önlemek ya da daha uygun tepkilerle değiştirmek için tepkilerin koşullandırılması yöntemi kullanılır. Burada tedavinin nitelik ve sonucu yanında etik olarak da değerlendirilmesi çok önemlidir. İki noktada sıkıntı yaşanabilmektedir.
Saç yolma, tırnak yeme gibi alışkanlıklar, fobik korkular, yeme bozuklukları, tikler, sigara, alkol, madde bağımlılıkları davranışçı terapilere iyi yanıt verirler. Fakat bu davranışların genelde temelinde yatan aile içi çatışmalar (ensest, çocuk istismarı, taciz) gibi ana unsurlar gözden kaçırılır veya dikkate alınmazsa çok daha büyük bunalımlara sebebiyet verilebilir.
Bu sakıncalardan dolayı basit koşullanma yalın olarak kullanılmayıp, bilişsel tekniklere yönelinmiştir.
Bilişsel yöntemlerle istenmeyen davranışın ortaya çıktığı koşullar ele alınarak, davranışın edinilmesini sağlayan öğrenme süreci analiz edilmekte ve yeni bir öğrenme süreci uygulamaya konmaktadır.
Davranışçı-bilişsel terapilerde terapist ile hasta arasında duygusal ve toplumsal hiçbir etkileşim ve iletişime girilmez. Terapist yalnızca bir teknisyen gibi uygulayıcı, danışan ise yalnızca kendisinden uygulama talep eden bir müşteri gibidir.
Burada da en önemli konulardan biri etik kurallara titizlikle uyulmasıdır. Her tür tedavide olduğu gibi burada da hastanın tedaviyi yapana derin bir bağımlılığı söz konusudur ve hasta iradesi dışında yönlendirilebilir.
3) Analitik-Dinamik Yaklaşım:
Analitik görüş ileri yaşlardaki tüm olağan ya da anormal sayılan tepki ve davranışlarımızın erken çocukluk yaşantımızın ruhsal yapımızda oluşturduğu bir dizi karmaşık gelişmelerden direkt olarak kaynaklandığını savunmaktadır.
Analitik kuramın babası Avusturyalı büyük hekim Sigmund Freud sayılmakla birlikte Fransız psikiyatr Pierre Janet’de, Freud’dan yıllar önce psikosentez teorisiyle hemen hemen aynı kuramı ileri sürmüş ve terapi uygulamasına sokmuştur.
Analitik-dinamik görüşte tüm çocukluk kaygı ve korkuları ürkütücü etkilerinden dolayı bilinç alanından atılıp, bastırılmaktadır. Acı ve korku veren çocukluktaki kötü anılara karşı değişik savunma mekanizmaları geliştirilmektedir. Ama sinir sistemi hiçbir anı ve yaşantıyı unutmaz. Unutuldu sanılanlar sadece bilinç alanı dışına çıkarılmış olup, bütün o anılan ve kullanılan savunma mekanizmaları bilinç dışında aktif ve canlı olarak beklemektedir. Bu anılar hiçbir zaman kişinin isteğiyle kendiliğinden bilinç alanına çıkmazlar. Oysa ki kişi tüm yaşamında bu eski anı ve olaylardan esinlenmektedir. Dışarıya yansıyan tüm yaşamımız bilinçdışı bastırılmış eski yaşantı, korku ve kaygılarla, onlardan sakınmak için geliştirdiğimiz savunma mekanizmalarımızdan kaynaklanmaktadır. Burada bilinçdışı ve bilinç alanımız sürekli dinamik bir etkileşim içindedir.
Bu terapi modelinde, terapinin temel amacı ve yönlenim noktası bilinçaltı ve bilinçdışını bilinç düzeyinde bir uyuşma, uzlaşma ortak noktasına getirmektir.
Terapi noktasında kişi asıl işi kendisi yapmak zorundadır. Terapistin görevi, kişinin tüm yaşamı boyunca sürdürdüğü gizli iç savaştaki bölümlerinden birinin rolünü oynayarak, aynı ruhsal çatışmayı terapinin korumalı ortamında yaşatıp, yeniden oluşturup, bilinç düzeyinde işlenmesini sağlamaktır.
Çoğu zaman bastırılmış anı, dürtü ve tepkilerin yalnızca dışa vurulması bile kişide ferahlatıcı etkiler göstermekte, kaygı ve gerilimi azaltmaktadır.
Analitik-dinamik yaklaşımlı terapiler (psikanaliz) çok uzun zamana yayılan, yoğun terapilerdir. Yoğun psikanalizi çok az bir hasta grubu kaldırabilmektedir.
Bu dezavantajları bertaraf etmek amacıyla aynı kuramları temel alan, günlük olaylar ve yaşam öykülerinden yararlanan, hastayı bir bütün olarak ele alıp, hastadaki tepkileri inceleyerek, bu tepkilerin hasta tarafından kabulünü ve uygun sağlıklı tepkiler oluşturmasını hedefleyen bütüncül psikoterapiler pratikte sıklıkla ve başarıyla kullanılır olmuştur.
Bazı ekollerde ise belirgin gündelik sorunlardan çok, kişinin yaşamını yönlendiren temel sorunları, ortaya çıkabilecek uyum sorunlarını onunla birlikte çözmek amacıyla, hastanın ana sorununun temeline hızla giren “kısa süreli dinamik psikoterapi” modelleri de uygulanmaktadır. Bu yaklaşımlarda yaşamının en tahrip edici, yaralayıcı olaylarıyla kısa sürede enerjik bir müdahaleyle yüz yüze kalan hastanın bu sarsıntıyla dağılma riski büyüktür. Bu nedenle kısa süreli dinamik psikoterapiler çok deneyimli terapistler tarafından iyi seçilmiş hasta gruplarına uygulanmalıdır.
Terapistin bu tür terapilerdeki rolü kesinlikle bir aktarım objesi olarak kalmaktır. Hiçbir koşulda kendi kişiliğini, kimliğini, karakter ve düşünsel yapısını öne çıkarmamalıdır. Fizik, giyim, kuşam ve görüntüsel olarak hastanın üzerinde konumlanmalıdır. Hasta terapistin sadece teknik ve bilimsel otoritesine girmez, onu kendi üzerinde etkili tüm otoritelerin (anne, baba, patron, müdür, öğretmen, ağabey gibi) yerine koyar. Bu durum aktarım (transferans) olarak adlandırılır. Terapist, hastanın bu aktarımlarını bozabilecek her türlü söz ve hareketten kaçınır. Bu sırada terapist de hastanın anlattıklarının etkisi altında olup, o da hastaya kendi yaşamından birçok imaj aktarmaktadır. Bu da karşı aktarım (kontrtransferans) olarak isimlendirilir. Yani terapist ve danışan arasında sürekli bir aktarım-karşı aktarım durumu olmaktadır. Hastanın yaşamı boyunca takındığı ve uyguladığı tüm uyumsuz, uygunsuz, yanlış tepki ve tutumlar bir nevi psikiyatrın odasında yeniden canlandırılmış olur. Bu sırada bu davranışlara yol açan nedensellikler de ortaya çıkarılır. Terapi aslında bu modelin irdelenmesidir. Terapist bu irdeleme sırasında yorum yapmakta acele etmemeli, duygu ve tepkilerinde nötr olmalıdır.
Bu tür terapilerde terapist;
4) Varoluşsal Yaklaşım;
Varoluşsal yani fenomenolojik yaklaşımın temelleri Alman Filozof Kant tarafından 1750’li yıllarda atılmıştır. Kant, insan zihninin hiçbir zaman objektif olarak incelenemeyeceğini, her algının kişinin kendine özel bir takım kavramlara bağlı olduğu, bu kavramların başkasıyla paylaşılamaz, iletilemez ve diğerleri tarafından algılanamayacağını ileri sürer.
Yani bütün gerçeklik kişinin kendine özgü kendi gerçekliklerinden ibarettir.
Diğer insanlar bu gerçekliklerin sadece dışarıya vurulan yansımalarını kendi gerçekliklerinden baktıkları kısmıyla algılayabilirler.
Birçok uygulama modeline açık olan bu görüş birçok terapi sistemini içinde barındırmaktadır. Grup ve aile terapileri, etkileşim terapileri, psikodrama, logoterapi, eksistansiyel analiz, müzik ve sanat terapileri, transdantal terapi, Yoga, Krişna ve Zen modelleri, dinsel grup terapileri temellerini varoluşsal yaklaşımdan almaktadır.
Gestalt terapi, nondirektif terapi, sosyometri kuramı ve psikodrama, deskriptif psikiyatri bu akımın dikkate değer, özellikli uygulamalarıdır.
Fenomenolojik (Varoluşsal) terapi modellerinde terapist ve danışanın eşit değer ve düzeyde bulunması temel kuraldır. Danışan ve terapist üçüncü kişilere karşı omuz omuza bir destek içindedirler. Terapist kendini gizlemez, olduğu gibi doğal halindedir. Organik ya da sosyal sorunlara girilmez, bunların hastadaki yansımaları göz önünde tutulur.